Özgürlük Emek İster
- Nevzat Çapalov
- 10 Tem 2015
- 9 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 5 Ara 2020
Demokrasi sanıldığının aksine statik bir süreç değildir, son derece dinamiktir. Son 13 yılın politik statikliği ve hantallığı bizlere uzlaşının nasıl bir kavram olduğunu dahi unutturmuşa benziyor. Günümüzde üzerine düşünmeye değer görmediğimiz ama her gün bir şekilde yararlanmakta olduğumuz temel hakları kazanmak uğruna kaç kişinin öldüğü, ne bedeller ödediğini, hangi savaşların verildiğini popüler gündemimizde aklımıza pek de gelmeyen olgular.

Avrupa’da üretim ilişkilerinin yarattığı çelişkiler ve dini otoritenin sorgulanması dönemi ile akabinde ; Ortaçağ’ın bitişi, Rönesans ve Reform, Magna Carta, Fransız Devrimi, Bastille Baskını, Monarşi’nin yıkılışı ve Cumhuriyet fikri, karşı isyanlar : Ludistlerin hareketi, Waterloo Savaşı, Avrupa’nın iç savaşlar dönemi, Sanayi Devrimi, Kadın hakları mücadelesi, Sosyalist ve Marksist devrimler ve işçi sınıfının kazandığı haklar, 8 Mart 1857 ve Kadınların günümüzde de süren emek mücadelesi, kadınların seçme ve seçilme haklarına sahip olması, I. ve II. Dünya Savaşları… Tüm bunlar bir tutam özgürlük adına ödenen büyük bedellerden bazıları...

Dünya’nın ideal bir yaşam formu yaratmak için ödediği bedellerin Türkiye’deki yansımalarının da olduğu ve olmaya devam edeceği açık. Osmanlı yenileşme hareketlerinden, ulus devlete geçiş döneminde ve Cumhuriyet sürecinde birçok çalkantı yaşandı ve yaşanmakta.
Tüm bu çalkantıların yeni bir boyuta taşındığı dönem Haziran 2015 oldu (Bu dönüşüm sürecinin işaret fişeğini ateşleyen sürecin de bundan iki yıl önce, Haziran 2013’de, Taksim Meydanı’nda yanması ne hoş tesadüf). Seçim beklenilenin aksine lineer somut bir çözümü üretmediği gibi kitleleri ve onların ideolojik temsilcilerini yeni çözümler bulmaya ve yeni pozisyonlar almaya zorunlu kıldı. Siyasi denklemler daha da karmaşıklaştı.
7 Haziran’ın Partilere Göre Analizi

2002 seçimlerinden beri Türkiye’nin sarıya boyandığı haritayı defalarca kez görmüş olmalısınız. Harita hakkında detaylı bilgi için ; http://www.platform24.org/guncel/961/-secim2015-e-bir-de-boyle-bakin
Adalet ve Kalkınma Partisi : Ak Parti kanadında anlamlı bir güç kaybı yaşandığı kesin. Kamuoyundaki yanlış algının aksine Ak Parti yüzde 9 değil, 9 puana yakın oy kaybetti, bu da 2011 seçimlerine göre yüzde 20’ye yakın oy kaybı demek. 2011 seçimlerinde 21 milyon olan oy sayısı, seçmen sayısı artmasına ve seçime katılım oranı yüksek olmasına rağmen 18 milyon mertebesine indi.
Ak Parti’nin oy kayıplarını irdeleyen çalışmalar gösteriyor ki, AKP ile HDP arasında çok büyük bir oy geçişkenliği yaşandı. Özellikle Van ve Diyarbakır başta olmak üzere 15 Doğu ilinde HDP lehine yaşanan bu oy kayması, büyükşehirlerde ve özellikle İzmir ile İstanbul’da da net olarak gözleniyor. Bu anlamda Kobani (Ayn El Arab) olayları ve seçim dönemi boyunca Çözüm Süreci’nin moda tabiri ile ‘Buzdolabına kaldırılmasının’, Kürt seçmende Ak Parti aleyhine bir kırgınlık ve hatta öfke oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Başka bir açıdan baktığımızda ise hala Anadolu’daki muhafazakar tabanın partiye desteği çok sağlam ve özellikle İç Anadolu ve Karadeniz Bölgesinde ana seçmen kütlesini taşıyan parti halen daha Ak Parti. İç Anadolu’da MHP’ye doğru yaşanan bir miktar oy kayması gözlense de, bu büyük kütleyi pek fazla etkilemiyor. Seçimin Ak Parti adına rakamlarla ortaya koyduğu en temel sorun ise tek başına iktidar olamama sorunu. Yapısal ve ideolojik anlamda ise Erdoğan ve Davutoğlu’nun tüm çalışmalara devletin tüm aygıtlarını kendi lehlerine son seviyeye kadar kullanmalarına rağmen, karşılarında hala ikna edemedikleri 25 milyon seçmenin olması kendi adlarına ve ideolojik hedefleri açısından büyük sorun.
Ak Parti’nin bunca badireye rağmen elinde bulundurduğu en büyük avantaj ise devlet ve hükümet kavramlarını iç içe geçirebilmesinin kendisine kazandırdığı devlet imtiyazları.
Bir diğer önemli avantaj ise(Seçim döneminde zaman zaman dezavantaj haline dönüşmüş olsa da), Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisi. Seçimlerden sonra oluşan yenilgi havasını bir küçük Baykal hamlesiyle nasıl dağıttığını ve kendi partisini meclis başkanlığını kazandırarak güçlendirirken, muhalefeti nasıl tek hamleyle birbirine düşürdüğünü gördük.
Cumhuriyet Halk Partisi: 90 yılın tecrübesiyle birlikte yorgunluğunu da omuzlarında taşıyan bir parti Cumhuriyet Halk Partisi. Demokrasi serüveni çeşitli darbelerle kesintilere uğramış , kendi içinde dinamik süreçlere tabi olup değişmeye çalışmış, devletçi refleksini bir miktar halktan yana döndürebilmiş oldukları söylenebilir. Baykal’ın 1994 yılı sonrası tekrar siyasi arenaya çektiği yenilenmiş yüzü ile, 1923 kurucu paradigmasının aynı olduğunu öne sürmek veya 2010 sonrası Kemal Kılıçdaroğlu dönemini bu dönemlere benzetmek imkansız fakat partinin tüm geçmişinden arınıp yeni bir vizyon sunabildiğini ve tarihin akışını algılayabildiğini öne sürmek de fazla iyimserlik olur.
Yakın tarihte genel olarak devletçi refleksi ön planda olduğu için eleştirilen bir parti iken son dönemde bu refleksi zayıflatıp yeni bir değişim dönemine girdiler, en azından girmeye çalıştılar. Bu dönemin mottosu da ; ‘’ 90 yıllık çınar, yeni filiz’’ oldu. Slogan hoş olmasına rağmen 2010 Referandumu, 2011 Genel Seçimi, 2014 Yerel Seçimi, 2015 Genel Seçimi sürecinde çok anlamlı bir oy patlaması yaşandığını veya İç ve Doğu Anadolu gibi daha muhafazakar ve hayatın 'etnik kimlik, din' ile tanımlandığı bölgelerde CHP adına büyük bir değişim sağlandığını öne süremeyiz. Baykal liderliğinde yüzde 20’lik oy oranlarına sıkışan partinin merkez sağ açılımları, neoliberal ekonomi önerileri, sağ ve solu bir potada eritme ve biraz daha popülist politikalara kayma stratejisi oyların ancak yüzde 20’lerden, 26-28 bandına gelmesine yaradı. Akdeniz ve Ege’de Sahillerde gücünü sürdüren CHP eğer Antalya ve Hatay gibi çok küçük miktarda oylarla 2.sırada kaldığı illerde de seçimi kazanmış olsa, tüm Akdeniz ve Ege sahillerini kırmızı renge boyamış olacaktı. 2015 Haziran seçimlerine CHP adına önemli bir artışın bu bölgelerde olduğu, bunun yanı sıra yine metropollerde CHP’nin HDP’ye bir miktar oy kaybettiğinin de gerçekçi bir saptama olduğu söylenebilir. Genel anlamda ise oy miktarında sabit kalma eğilimi mevcut, ne kazanç ne kayıp sözkonusu…
Yine de hakkını vermek gerekir ki gerek seçim döneminde gerekse seçimden sonraki ilk bir ayda daha yapıcı politikalar üreten, yeni bir vizyon sunma gayreti içinde olan, uzlaşı kapılarını açmaya çalışan parti CHP oldu. Bu uzlaşı ve kucaklaşma önerisi yolu AKP ile bir büyük koalisyon yapmalarına kadar uzanır mı bilinmez ama muhalefetin bir diğer yıllanmış partisi MHP’ye oranla daha uzlaşmacı tavırda olmaları, gelecek seçimde(Veya bir olası erken seçimde) CHP’nin lehine işleyecek bir mekanizmayı harekete geçirebilir.
Milliyetçi Hareket Partisi: Milliyetçi Hareket Partisi’ni genel anlamda felsefesini yenilenmeye ve değişime çok açık olmayan, paradigmalarını asla esnetmeyen, lider güdümünde kararlar alan ve bu kararları taviz vermeksizin teşkilatına uygulatabilen bir çizgide olduğu söyleyebiliriz. Bu tarz bir yönetim modelini içselleştirmek elbette bir tercihtir ve saygıyla karşılanabilir. Fakat siyasetin ve tarihin geldiği son noktanın başlı başına Ulus Devlet paradigmasını hiç olmadığı kadar sarstığı bir dönemdeyiz. Dünya’nın büyük bölümünün farklılıklarla yaşamaya alışma fikri karşısında boyun eğdiği, bu fikri kabullendiği bir çağdayız. Tüm bunlar bir yanda dururken, temel felsefesini 19 ve 20. Yüzyıl Modernitesi’ne ve Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan milliyetçi akımlara dayandıran, 1950 sonrası dönemin önünü açtığı Türk-İslam sentezlerinden referans alan bir hareketin, bu arkaik eğilimlerini yenilemeden muhafaza etmeye çalışıyor oluşu pek anlamlı değil.
Ülkücü Harekete gönül verenlerin ve MHP’nin 2015 seçimlerinde, partilerinin oylarında bir miktar artış olmasına rağmen büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını düşünüyorum. Dahası yaşanan bu hayal kırıklığının ve küskünlüğün seçimin üzerinden yaklaşık bir ay geçmesine rağmen hala atlatılamadığını da gözlemliyoruz. Bu hayal kırıklığının temel nedeni Halkların Demokratik Partisi’nin beklenin de üzerinde bir oy alması ve MHP ile eşit sayıda milletvekili çıkarmasıdır. Tezleri ve paradigmaları birbirine taban tabana zıt olan bu iki akımın, seçmen eğiliminde aritmetik olarak eşitlenmesi, Milliyetçi cephede derin bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu hayal kırıklığını derinleştiren bir diğer unsur İstanbul’da ; Osmanlı’nın başkenti olan şehirde, Türkiye’nin en büyük metropolünde, HDP’nin MHP’den daha fazla oy almasıdır.
Bahçeli’nin seçim sonuçlarının kesinleşmesinden kısa bir süre sonra tüm kapıları kapatır nitelikteki aceleci açıklaması ve sonrasında izlenen HDP’yi ve HDP’ye oy atan 6 milyon seçmeni yok sayma eğilimi, meclis başkanlığı seçimindeki uzlaşmaz olarak algılanan sert tutum, bu hayal kırıklığının dışavurumları olarak okunabilir.
Oysa hepimiz biliyoruz ki MHP ile HDP geçmiş dönemlerde bazı meclis komisyonlarında beraber çalışmış, zaman zaman aynı tutanaklara imza atmıştır. Yüce Divan oylamasında ve Güvenlik Yasası’nın yasallaşmasının engellenmesi için muhalefetin meclis içinde oluşturduğu muhalefet insiyatifinde birlikte olmuşlardır, aynı maddelere aynı yönde oy kullanmışlardır.
Kimsenin HDP ile MHP’den aynı koalisyonun içinde bulunma gibi maksimal bir beklentisi veya aralarında büyük bir uzlaşının sağlanması gibi bir gerçeküstü tavsiyesi zaten yoktur. Asgari müşterekte ve belirli bir saygı çerçevesinde parlamentoda bulunmaları ve birbirlerinin varlıklarına ve aldıkları oylara saygı duymaları en normal beklentidir. Bahçeli’nin, ve bu katı tavıra itirazları olmadığına göre MHP’nin kurmay kadrosunun, iki ideolojik grubun en azından birbirlerini tanıması ve saygı duyması anlamında asgari bir katkı sunmayacağı da son tutumlarından anlaşılmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki, Bahçeli’nin hedefinde erken genel seçim beklentisi veya tüm maksimalist önerilerinin kabul gördüğü, çözüm sürecinin rafa kalkıp 90’lardan hatırladığımız OHAL yönetimlerinin hakim olduğu bir güvenlikçi Milliyetçi Cephe Hükümeti kurma fikri olduğu öngörülebilir.
Seçimin matematiği açısından bakılırsa MHP’nin İç Anadolu Bölgesi’nde Ak Parti’den oy aldığını, ama Türkiye genelinde sadece tek bir ilde birinci parti olabildiğini gözlemliyoruz. Çarpıcı bir diğer sonuç ise, MHP’nin 970 ilçenin hiçbirinde yüzde 60’ın üzerinde oy alamamış ve 188 ilçede yüzde 10’un altında oy almış olması. Buna karşılık 2011 seçimlerine göre MHP, Karadeniz, İç Anadolu ve İç Ege’de bir miktar oy arttırmıştır. MHP’nin İstanbul, İzmir, Ankara gibi metropollerde düşük oy oranlarında kaldığını fakat küçük 53 ilde(Ağırlıklı olarak İç Ege, İç Anadolu, Karadeniz) yüzde 20 oranlarını yakaladığını da gözlüyoruz. Ayrıca MHP’nin yüzde 30 üzeri oy aldığı il sayısı sadece 6 iken (Aksaray, Bayburt, Gümüşhane, Kırşehir, Kilis, Osmaniye), yüzde 40 oy oranını geçtiği tek il ise Devlet Bahçeli’nin memleketi Osmaniye oldu.
Halkların Demokratik Partisi: Seçim sonuçları açısından hakkında en az tartışma yürütülecek parti HDP oldu. Oyunu 2011 seçimlerine göre iki kat üzerinde arttırdı ve toplam 6 milyon 200 bin seçmenin oyunu aldı. Doğu’da, özellikle metropol illerde büyük farkla birinci oldu. Batıdaki metropollerde de oyunu büyük oranda arttırdı. Şu anda koalisyon hesapları içerisinde adının pek anılmaması da, Eşbaşkan Demirtaş’ın seçimden hemen sonra belirttiği gibi, HDP’ye meclis denkleminde ‘radikal muhalefet’ rolü biçiyor.
Kürt hareketini ve geldiği noktayı iyi anlamak zorundayız. 90’larda yaşanan yemin krizinden, Kürt milletvekillerinin meclisten atılma görüntülerinden, bugünlere gelindi. Bedeller ödendi, devletin ve genel devlet refleksinin zafiyetlerine göre pozisyon alındı ve Kürt halkı adına tarihin en büyük siyasi zaferi elde edildi. HDP veya genel anlamda Kürt siyasi çizgisinden haz edip etmemekten öte, objektif bir gözle bakarsak seçimin en başarılı siyasi partisi ve hareketi HDP’dir.
Tabi HDP adına her şeyin güllük gülistanlık olması da söz konusu değil. Öncelikle Kürt hareketi klasik devlet refleksine karşı birleşik bir blok gibi görünse de kendi içinde iç çelişkiler de yaşayan bir hareket. HDP kadrolarında hem sosyalist bloktan hem liberal bloktan hem Kürt siyasetinin içerisinden hem de İslami siyaset çizgisine yakın denebilecek adaylar bir potada eritildi. Şimdi tüm bu bloklara, 2013’de ortaya çıkan, Gezi enerjisi dediğimiz, Türkiye’yi dönüştürebilecek kapsamdaki bir sosyolojik olgu sayesinde, Batı’dan da yüzbinlerce seçmen eklendi. Bu kadar farklı eğilimleri bir parti veya siyasa çizgisinde toplamak hem ustalık ister hem de büyük bir kitle partisi olma yolunda yapısal adımların atılmasını zaruri kılar. Aksi takdirde bu durum partinin ve hareketin içinde büyük ayrışmalara ve fay kaymalarına da sebep olabilir. Bundan sonraki süreçte HDP ve lideri Demirtaş’ın izleyeceği yol, alacağı riskler ve parti içi hamleler, bu sürecin gidiş yönünü belirleyecek. Konu sadece HDP’yi ve çizgisini ilgilendiren bir konu değil. Türkiye’nin kronik bir sorunu haline gelen ve getirilen Kürt meselesi bizzat Türkiye’nin de siyasi yolunu çizecek. Halkların ‘kardeş olması’ hayalini ivedilikle gerçekleştirmese bile halkların eşit vatandaş muamelesi görme zaruretinin ne kadar gerçekti olduğunu veya olmadığını belirleyecek.
Büyük bir coğrafyaya yayılmış ve yaygınlığı dört devleti kapsayan bir halkın eğilimlerini etkileyen tek parametre Türkiye de değil elbette. Suriye’de PYD’nin konumu, Irak’ta Bölgesel Kürt Yönetimi ile ilişkiler önümüzdeki sürecin barış ve savaş seçeneklerinden hangisine daha yakın olduğunu, yakın bir gelecekte önümüze serecek. HDP bu anlamda hiç olmadığı kadar halk desteğini arkasına almış durumda ve hiç olmadığı kadar da kritik bir süreci yönetmek zorunda. Seçim döneminin tamamında verdiği bir sözü de asla unutmamak kaydıyla ; ‘Her koşulda öncelik barış’
7 Haziran’ın Yapısal Sonucu
Türkiye'nin, Osmanlı döneminde, 17.yüzyılda başlayan, III. Selim, II.Mahmut, Abdülhamit, Tanzimat, Nizamı Cedit, Kanuni Esasi, Meşrutiyetler, İttihat ve Terakki kavramlarıyla ve Enver-Talat-Cemal Paşa ekolü ile süren, 1908’de yeni bir yöne evrilen, Mustafa Kemal ekolü ile doruğa çıkan ve hala da dinamik olarak yan ve olumlu etkilerini aynı anda hissettiğimiz 'Modernite' ve 'Yapısalcılık' serüveni, 7 Haziran itibariyle yepyeni bir noktaya ulaştı, hatta temel anlamda sonlandı, misyonunu tamamladı, dönüşüm ve değişim sürecine girdi. Bu noktada tarihimize damga vuran iki paradigmanın geçerliliğini bir miktar yitiriyor olduğunu gözlemleyebiliriz.
Bu geçerliliğini yitiren düşünce tiplerinden birincisi ; tek adama bağlı, patrimonyal(Erdoğan tarzı başkanlık sistemi), otokratik, korporatizmle iç içe geçmiş ve genel anlamda dini motiflerle de beslenen siyasal model.
İkincisi ; Etnik bir milliyetçilik penceresinden bakan, geçmiş yüzyılların günümüze taşıdığı ve üstün bir ırkın var olabileceğine, bu üstün ırkın karşısında konumlanan başka eğilimlerin ise yok sayılabileceğine olan inanç.
Gelinen bu nokta, pozitivizmin, totaliter ve otoriter eğilimlerin, tek tip vatandaş yaratma projesinin, devlet buyurganlığının, 19 ve 20. Yüzyılın yansıma yoluyla günümüze ulaştırdığı distopyanın, etnik veya dinsel söylemle ayrıştırmacılığın ve taşıdığı demode değerlerinin demokratik iflasını belgeler nitelikte. Maksimalist söylemler, metafizik atıflar, 'kırmızı çizgiler' döneminin yavaş yavaş sonuna geliyoruz.
Sürece olumlu yönden bakarsak , sonuç bazı eğilimlerin varoluşunu, ontolojisini zedelerken diğer yandan sistemin mantıklı bir dizge içinde dönüşümü için yeni bir şans da sunuyor.
Her türlü rengiyle birimize tahammül, her türlü farklılığa eser miktarda saygı bir olasılık. Olasılıkların diğerini Türkiye Cumhuriyet Tarihi'nin kanla yazılan birçok evresinde ibretle görebiliyoruz. Değişim fikrini ve farklılıkları reddedip, kendinize uygun bulmadığınız ideolojik eğilimleri durdurmak için her sokak başına dikebileceğiniz toplam 500.000 kolluk kuvveti ve milyonlarca gaz bombanız da olsa, tarihin geldiği son noktanın bu anlamsız çabanızı bir noktada boşa çıkaracağı açıktır.
Özetin özeti ; suyu musluktan akıtan tartışmasız devlettir, o suyun akış yolunu ise artık sivil insiyatif ve halkların kararları belirleyecektir, tam da olması gerektiği gibi. Devletin kutsal sayılan kurumlarını ve tartışılmaz paradigmalarını bir miktar esnetme pahasına da olsa…
Paradigmaları esneten, yapıları söken süreçler her zaman sancılı olur. Bu anlamda seçim, zihinlerde ve siyasi tarih açısından birçok tabuyu kırıp bir yeni yol açmıştır, yeni bir seçmen eğilimini konsolide etmiştir fakat somut bir çözüm veya sonuca ulaşmak uzun zaman alacaktır.
Daha önceki yazılarda da bahsettiğimiz gibi bu dönüşümün hepimize ödeteceği ağır bedeller de olasıdır.
Kısacası 'özgürlük emek ister', seçimler ise bu ideali tek başına gerçekleştirebilecek yapısal içeriğe sahip değildir. Türkiye’nin de ortalama bir yaşam konforu ve barışa ulaşması, kabul edilebilir bir eşitlik ve özgürlük idealine kavuşması için ödemesi gereken bolca bedeli, aşması gereken bolca engeli var.
NOT 1 : İç siyasete gömülüp kendi dünyamıza kapandığımız şu günlerde, yanı başımızda çok sıcak gelişmeler yaşanıyor. Ukrayna, Gürcistan, Yunanistan, Suriye çeşitli olaylar ve sancılı süreçler yaşıyor. Özellikle güney sınırımızdaki iç savaş, Suriye politikası ve bir jeopolitik özne olarak Suriye’nin etkisi, Türkiye’den ayrı okunamayacak bir alanda konumlandı. Gelinen son noktada, sınırlarımızdaki en ufak bir kıpırdanma bile iç siyaset meselelerimiz kadar önem taşıyor.
NOT 2 : 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri ile ilgili en detaylı çalışmayı, seçim tahminlerini de büyük ölçüde tutturmayı başaran KONDA şirketi yaptı.
Çalışmaya ulaşmak için ;
Comments