Türkiye Ekonomisi'nin Yapısal Analizi
- Nevzat Çapalov
- 4 Kas 2014
- 7 dakikada okunur
Ekonominin siyasetle ilişkisine en önemli örnek yine kendi ülkemizden verilebilir. Ardı ardına yaşanan ekonomik buhranlar (1994 Ekonomik Krizi, 1998 Asya Krizi, 2000 Kasım Krizi) ve bunların sonucunda esas kalıcı darbeyi indiren 2001 ekonomik krizi, sadece Türkiye ekonomi ve sosyal hayatını değil, Türkiye siyasetinin formunu da baştan aşağıya değiştirmiştir. 90’lar boyunca alıştığımız renkli mizaçlı ve bol sayıdaki siyasi kişilikler, bu ekonomik şok dalgasıyla siyaset arenasından, 2001 krizinin akabindeki 3 Kasım 2002 seçimleriyle silinip gitmiştir. Bu isimler arasında 94 krizinin birincil sorumlusu Tansu Çiller’i, 2001 krizinde Başbakan yardımcısı olan Mesut Yılmaz’ı, Rahmetli Bülent Ecevit’i, hatta Erbakan Hoca’yı bile sayabiliriz. Türkiye siyasetinin kırılma yılı olarak, tarihin döndüğü an olarak, 2001 krizini, 2001 Şubat’ını ele alabilir ve şu an güçlü şekilde tüm erklere hakim olma kavgası veren ve iktidarda 12. Yılını tamamlayan Ak Parti’yi bu bağlamda tekrar değerlendirebiliriz.
Repo faizinin inanılmaz seviyelere ulaştığı, dış borcun birkaç haftada misliyle arttığı, dolar kurunun oluşturduğu baskıyla yarı devalüasyon yaşanan, işsizlik ve enflasyonun katlanarak yükseldiği ve toplum olarak sıkıntısını her alanda yaşadığımız büyük bir buhranı hatırlatıyor 2001 yılı bizlere. Tam da bu yılın Ağustos ayında kurulan yeni bir parti göze çarpıyor aynı dönemde. 2002 Kasım’ında başlayan siyasi yolculuk, birçok revizyon ve değişime rağmen halen sürüyor Ak Parti adına.
Bu döneme(2002-2012) rakamsal olarak göz atarsak ;

(Kaynak , Mahfi Eğilmez, Kendime Yazılar, Blog)
Şeklinde bir tablo ortaya çıkıyor. 2002 yılında enflasyonun yüzde 29 seviyesinde, TCMB faiz oranının veya bilinen adıyla repo faiz oranının yüzde 63 seviyesinde, yıllık büyümenin yüzde 6 civarında(Bu rakam yanıltıcı olmasın, 2001 krizi gibi büyük bir krizden sonra gelen bu rakam normaldir ve çok da iyi bir referans vermez. Aynı durum 2010-2011 yılındaki kriz sonrası rakamlarda da yaşanmıştı. Kriz sonrası görece bolluk ve üretimim dramatik artışı olağandır ve başlı başına ekonomik gelişmeye işaret etmez) olduğunu görüyoruz. 12 yıllık AK Parti ekonomi politikası ve bu politikanın ana yapıcısı Ali Babacan yönetimini ele alırsak, belli noktalarda iyi rakamların yakalandığı ve bir ekonomik dönüşümün sağlandığı söylenebilir. Özellikle 2008 ABD Mortgage Krizi başlangıcı ve tüm dünyayı olumsuz etkilediği döneme kadar Türkiye olumlu veriler yakaladı . Türkiye bu dönemde (2002-2007) yapısal reform açısından da günümüze oranla daha olumlu gelişmeler kaydetmiş, AB Müktesebatını imzalamış, 17 Aralık 2004 ve 5 Ekim 2005 AB vizyon süreçlerini yaşamış, dış sermaye girişi de bu gelişmelere paralel olarak artmıştır. 2008 yılına geldiğimizde ise dünyadaki ABD merkezli kriz Türkiye’yi de etkilemiş, dolar ve kur baskısı oluşmuş, dış ticaret verileri düşmüş, cari açık sorunu daha da büyük bir tehdit halini almıştır. Krizin esas etkileri ise 2009 ve 2010 yılı başında daha hissedilir olmuş ve 2009 yılı verilerine göre ekonomisi 4.7 oranında küçülmüştür. Bir sonraki tabloda da görüldüğü üzere, bu ekonomik sıkıntının siyasi faturası halk tarafından iktidara kesilmiş ve Ak Parti’nin oy oranı yüzde 38’e gerilemiştir. Bu bağlamda rahatlıkla şu tezi öne sürebiliriz, Türk halkı gayet pragmatik düşünüyor ve ekonomik hacim daralırsa iktidara cezayı kesiyor. Buna dair son 12 yılın tablosu aşağıda :

AK Parti oy oranı ile Türkiye Ekonomik Büyümesi arasındaki paralellik
(Kaynak : Vatan Gazetesi)
2008 Kriz döneminin sonunda, ABD- FED(Federal Reserve) kaynaklı Tahvil Alım programı ve FED Başkanı Ben Bernanke yönetimindeki ekonomi politikalarının da büyük katkısıyla(Bir nevi şapkadan tavşan çıkarma hadisesi) oluşan olumlu hava, özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomiler kategorisindeki ülkeleri olumlu etkilemiştir. ABD’de tahvil alımı adı altında basılan kağıtlar ve bunların satışlarının karşılığında oluşan likitidenin bir bölümü doğuya ve gelişmekte olan ülkelere kaymış, Türkiye’ye büyük oranda dış sermaye girişi olmuştur. Bu parasal giriş ve bolluk dönemi benzer kategorideki Brezilya, Çin, Hindistan, Güney Kore, Güney Afrika, Polonya, Rusya gibi ülkelerde de ekonomik hareketlilik yaratmıştır. Kriz sonrası bolluk dönemi 2011 yılında yüzde 9’a yaklaşan bir ekonomik büyüme ve daha da olumlu makro ekonomik verilerin gelmesini sağladı. Bunu 2011 seçimlerinde AK Parti’nin yeniden tek başına iktidar olması ve siyasal ve ekonomik açıdan belirgin ve yatırımcıların önünü görebildiği bir dönem izledi. Bu kısa retrospektiften sonra daha güncel ve yakın tarihe dair saptamalara geçebiliriz.
2012 yılıyla birlikte Babacan ve ekibi ekonomide ‘Yumuşak İniş’ adı altında yeni bir ekonomik dönem tezi denemeye başladılar. Cari açığı azaltmaya, büyümeyi biraz daha kontrollü götürüp hem mali tabloları hem de mikro ve makro verileri kontrol altına almaya, bütçe dengesini sağlıklı bir şekilde sağlamaya, bu yeni politika ile ulaşmaya çalıştılar. Kişisel fikrim bu noktada da ekonomi yönetimi adına çok olumsuz bir durum yaşanmadı. Esas sorun ise bu geçici, palyatif çözümlerden ziyade gerçek yapısal siyasal ve ekonomik dönüşümlerin nasıl olması gerektiğiydi. İşte bu noktada bolca sorunumuz var ve bu sorunlar 2012’den beri süregelerek ve artarak devam etmekte.
Ekonomik büyüme belli bir rakama ulaşmış olabilir, dolar bazında GSYH ve kişi başına düşen milli gelir, 2002-2014 arasında oldukça anlamlı bir değerde artmış olabilir. Fakat bir başka sorun da çözülmeyi beklemekte. Bu kümülatif birikim, bireylerin vergilerinden elde ettiği kamu maliyesi geliri ve halkın vergi kaynağı olması üzerine kurulu sistem, yine aynı bireye ne kadar ve nasıl kazandırıyor ? Hakça bir paylaşım var mı ? Bu bolluk ve refah, Gini katsayılarına, gelir adaletine ve İnsani Kalkınmışlık İndeksine(İGE) ne kadar yansıyor ? Dolar milyarderi sayımız artarken, açlık sınırımız ve açlık sınırında yaşayan sayımız düşüyor mu ? Hanehalkının alım gücü ve borçluluk oranı ne durumda ? Yılların meşhur orta direği, yeni orta sınıf, eskiye nazaran daha kazançlı mı, yoksa milyar lira mertebesinde bir hane halkı kredi borcuyla can mı çekişiyor ? İşte bu sorular ve bunun benzeri noktalarda Türkiye tam anlamıyla başarılı olmuştur denemez. Bu refah, bolluk, özelleştirmelerden gelen likitide ile gelişen ve sağlam kamu maliyesi yapısı üzerine kurulu sistem maalesef bireye tam olarak bolluk yansıtamamıştır. Bu da şu an içinde bulunduğumuz olumsuz ve tedirgin konjonktürü yaratmıştır. Bu gelişmenin sosyal tabanda(En azından büyük bir bölümünde) karşılık bulamama durumu sadece parasal anlamda değil demokrasinin gelişimi anlamında da geçerlidir ve süregelmektedir. Yine bu dönemde basın özgürlüğünden birey özgürlüğüne, azınlık haklarından işçi haklarına olumsuz bir gidiş söz konusudur.
Bu ve benzeri sosyal sıkıntılardan en büyüğü 2013 Mayıs ayında adeta bir volkan gibi patlayarak Gezi Olaylarını yarattı. Genel anlamda sosyolojik olarak ele alınan bu dönem, ekonomideki kağıt üstü verilerin hane halkına ve bireye, özgürlük, mutluluk, refah olarak yansımadığının bir göstergesidir aynı zamanda. Evet ulaşım yatırımları yapılmış olabilir, evet inşaat sektörü canlı olabilir, TOKİ yüzlerce konut dikmiş, TCDD yeni hızlı trenler yapmış olabilir, evet 2001 verilerine göre ekonomimiz sağlam olabilir ; fakat bu bolluk insan haklarına, birey haklarına, kalkınmışlık kriterlerine, AB kriterlerine dönüşüyor mu dönüşmüyor mu ; bu büyük şüphe götürür.
Yine ana temamız ekonomiye dönersek 2013 Mayıs ayında 90.000 seviyelerinde gezinen BİST 100 endeksi uzun vadede 70.000 seviyelerine kadar gerilemiştir.Yakın zaman içinde not arttırımı yapan kredi derecelendirme kuruluşları, artık ekonomideki sıkıntılara dair raporlar sunmaya başlamıştır. Bu sürecin üzerine eklenerek gelen 17 Aralık ve 25 Aralık süreçleri, dolar kurunda büyük bir baskı oluşturmuş ve 2013 başında 2 liranın oldukça altında olan dolar seviyesi 2.35 lira seviyelerine kadar çıkmıştır. Buna karşı TCMB elindeki enstrümanları kullanmış, döviz satım ihalesi açmış ve elindeki rezervlerin bir bölümünü eritmiştir. Bununla da kalmamış, 2014 Ocak ayında faiz arttırımı yaparak yatırımcının dolar baskısını cevaplamak zorunda kalmıştır. Günümüz güncel ekonomik verilere gelirsek, yine hem ABD- Avrupa merkezli ekonomik hem de Türkiye merkezli siyasal durum, Türkiye ekonomisinin geleceğine birer tehdit oluşturmakta. Buna Ukrayna’daki olayları, Orta Doğu’daki karışıklıkları da eklersek durum daha da vahim görünmekte. Genelde, seçim sonuçları sonrası durulan piyasalar, son on iki yılın aksine, açık farkla biten Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarına rağmen tedirgin. Dolar an itibariyle hem dış borç hem hane halkı borcu açısından tedirginlik verici bir yükseliş içinde ve 2.26 seviyelerini zorluyor. 2. Çeyrek büyüme verileri yüzde 2.1 rakamıyla beklenenin altında geldi. Ocak ayındaki faiz arttırımı kararıyla ve tüketici kanununun taksitle alışverişi önleyici maddelerinin etkisiyle ekonomide bir soğuma mevcut. Bu enflasyon ve işsizlik rakamlarını da kötü anlamda etkiliyor ve resmi rakamlara göre yüzde 9.1 oranında bir işsizlik oranımız var. Son dönemde kısmen iyi olan tek veri cari açık verisi oldu ve Temmuz ayı cari açık verisi geçmiş dönemlere göre azalarak 2.6 milyar dolar olarak açıklandı fakat bu azalmanın en büyük etkisinin yüksek oranda bir 'net hata noksan' kaleminden kaynaklanması da ayrı bir tartışma konusu. Türkiye’nin en rahat ve refah içinde olduğu konu ise kamu borç stoku ve bunun GSYH’a oranı. Fakat bozulan ekonomik dengelerin iç ödemeler dengesini ve kamu yapısını da bozması an meselesi. Bu dengenin bozulması da yeni dolaylı vergiler ve halkın alım gücünün azalması veya devletin kamu maliyesi dengesinin bozulması demek.
Genel anlamda özetlememiz gerekirse Türkiye her anlamda kritik bir süreçte ve bu sürecin en kırılgan noktalarından biri de ekonomi. Türkiye halkının ekonomi konusundaki hassasiyetine ve refleksine daha önce değinmiştik. Bu anlamda Ak Parti, ekonomi politikasını sıkı tutmak zorunda. Fakat tüm iplerin onların elinde olduğu konusu da ayrı bir muamma.
Geçtiğimiz hafta açıklanan Gini Katsayısı(Gelir dağılımı ve gelir eşitsizliği durumunu gösteren bir parametre) Türkiye’nin, Avrupa'da en kötü gelir dağılımına sahip ülke olduğunu gösteriyor. Ayrıca bu veriler, nüfusumuzun yüzde 15’inin yoksulluk riski altında olduğunu(Yaklaşık 5 milyon kişi), en zengin yüzde 10’luk kesim ile en fakir yüzde 10’luk kesim arasında 13.6 kat gelir farkı olduğunu, finansal kriz anında riskli konumda olan nufüs oranının yüzde 50 olduğu ve Türkiye’nin en yoksul yüzde 10’unun milli gelirden sadece yüzde 2.3’lük bir pay alabildiğini de ortaya koyuyor. Tüm bu rakamlar bize, herkesin dilinde olan ama bir türlü yapılamayan ‘’Ekonomik Reformlar’’ın bir an önce yapılması ve sadece ekonomi alanında sınırlı kalmayıp siyasal ve sosyal reformlar haline de dönüşmesi gerektiğini kanıtlar nitelikteler.
Bu reformları ve beklentileri de kısaca özetlersek ;
Ekonomik
- Enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmak ve alternatif enerji kaynaklarına yönelmek
- Teşvik yasalarının yeniden düzenlenmesi ve yatırımı arttırıcı faaliyetler
- Tarımsal reform
- İthalata bağlı büyümeden çıkıp ihracata yönelen bir büyüme modeli
- Kayıt dışı ekonomiyi ve haksız kazancı azaltacak önlemler
- Vergi reformları, dolaylı vergi oranlarının düşürülmesi
- İş gücü ve verimliliği arttırıp işsizliği azaltacak politikalar
- Cari açık, yüksek kur, yüksek enflasyon sarmalından kurtulmak için yeni önlemler
- Ar-Ge İnovasyon konusunda yatırımlar ve ileri teknoloji içeren, katma değeri yüksek ürünlerin üretiminde yurtdışıyla tam rekabet
- Yeni ve teşvik edici serbest ticaret antlaşmaları
- Eğitimde reform, bilimsel düşünebilen ve üretebilen yeni nesil
- Sanayi yatırımlarında artış, sadece inşaat ve perakende öncülüğünde değil gerçek anlamda üreterek gelişen bir büyüme modeli
Sosyal ve Siyasal
- Yeni ve demokratik bir anayasa
- Yeni partiler kanunu ve seçim yasası
- Basın özgürlüğü ve bağımsızlığı
- Hayvan hakları
- Düşünce özgürlüğü
- Azınlık hakları
- Çevreye duyarlı politikalar
- Yargının bağımsızlığı
Umuyoruz ki ülkemiz şu an içinde bulunduğu sıkıntılı ve bol gerilimli durumdan bir an önce kurtulur ve yeni hedeflere yol alır. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksi'nde Türkiye'nin 187 ülke arasında 90. sırada olduğunu hatırlatarak yazıyı sonlandırıyorum. Kuşkusuz ki önümüzde gideceğimiz uzun ve yorucu bir yol var...
Comments