top of page

Türkiye Cumhuriyeti'nin Tarihsel Acil Durum Kiti : Milliyetçi - Muhafazakar Konsolidasyon

  • Nevzat ÇAPALOV
  • 21 Eki 2017
  • 5 dakikada okunur

Osmanlı Modernleşme Dönemi'nden, Türkiye'nin şu an içinde bulunduğu ulus devletin yozlaşması ve çözülüşü dönemine, hangi kritik tarihi dönemece baksak ; ne zaman azınlıkların 'müesses nizam' için bir tehdit oluşturduğu hissedilse veya bu tip bir paranoyaya kapılınsa, ne zaman bir kültürel tekdüzelik ve monolitik devlet ideolojisi yaratma ve/veya devlet uzantılarını finanse edecek bir servet transferi ihtiyacı kaçınılmaz hale gelse, devletin Osmanlı İmparatorluğu'nun yenileşmeye kapalı kanadından miras olarak devraldığı ve on yıllar boyunca İttihatçılık, Jöntürklük, Türkçülük, Turancılık, Ulusçuluk ve Devletçilik adı altında geliştirdiği savunma refleksi olan ' Milliyetçi-Muhafazakar Konsolidasyon' yeniden hortlar ve bir şekilde yeniden sistemin içinde bir yaşam alanı bulur. Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, kuruluş döneminden 2000'lerin başına kadar bu tezi doğrular pratikler ve örneklerle doludur. Osmanlı son dönemindeki Ermeni meselesini, Cumhuriyet'in ilk dönemlerindeki Kürt ayaklanmalarının militarist yöntemlerle bastırılış şekillerini, Dersim'i, Zilan'ı sonrasında 6-7 Eylül Olayları'nı, Maraş , Çorum Hadiselerini, Sivas Katliamını, Kobani/Uludere Baskınını, etnik ve dinsel azınlıkların katledildiği cinayetleri ve sayamadığımız onlarca talihsiz olayı tekrar hatırlatmaya gerek yok sanıyorum.


Kuruluş paradigmasını ve varlık nedenini 'bir ülkeyi ve ırkı yok etmeye çalışan koskoca bir düşmanlar ordusuna karşı savaşma' tezine dayandıran ve bu iddianın aslında çok da temelsiz sayılamayacağı zorlu bir tarihi dönemeci, büyük beşeri kayıplar-travmalar-yıkılmış bir imparatorluk ve yerine kurulmuş, sınırları küçülmüş bir ulus devlet dizgesiyle atlatan bir toplum için bir noktaya kadar yaşanan bu paranoyanın çok da anormal olmadığı düşünülebilir(di). Fakat kuruluşunun yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanan, 800 milyar dolar büyüklüğünde bir ekonomik değere sahip(GSYH bazında), 80 milyon nüfuslu, kozmopolit (Coğrafi nedenlerle ve/veya mecburen) bir ulus devletin, nedenselliğini geçmişte yaşadığı travmalara dayandırarak, her zorda kaldığı dönemde yeniden bir ideolojik heyulayı canlandırıp paranoya atağı geçirmesi ve tüm dünyaya karşı bir savunma refleksi geliştirmezse varlığını yitireceğine inanması gün itibariyle oldukça nevrotik bir durum.


Tarihteki bazı acı örneklerini kısaca sıraladığımız sürecin son ve büyük travmasının da ülkenin güncel-yaşıyor olduğumuz şu günlerinde halen sürdüğünü söyleyebiliriz. Yola vesayetlerle hesaplaşma, adaleti yeniden tesis etme, yeni bir sentez ve vizyon oluşturma, kalkınma ve modernleşme, Batıya ılımlı dış politika düsturlarıyla çıkan, çok sesli bir siyasi vitrin oluşturan ve klasik merkez sağ oylar ile İslami hassasiyeti yüksek taban oylarını aynı anda almaya talip, demokrat ruhlu olduğu düşünülen bir ideolojik hareketin ; katı milliyetçi, etnik kimlik siyaseti üzerinden prim yapmaya çalışan, uluslararası ilişkiler teamüllerini hiçe sayan, çok sesliliği-farklılığı tehdit olarak algılayan bir sığ ideolojiye dönüşümünü gün ve gün gözlemliyoruz.


Özellikle 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan çok sesli-kozmopolit meclis havasının bazı siyasi odakları hayal kırıklığına uğratması ve 'Milliyetçi Hareket' olarak tanımlanan ideolojik grubun, varlığını karşıtlığa dayandırdığı bir başka ideolojik-yapı sökümcü karşıt/''düşman'' gruptan daha az oy alıp daha az vekil çıkartmasının yarattığı ciddi travma, Türkiye kurucu paradigması ve ideolojik sürdürücülerinin yeniden devreye girmesini hızlandırdı, tehlike anında acil durum kitine sarılmalarını zaruri kıldı. Sonrasında yaşanan F 16'ların Kuzey Irak'a düzenlediği hava harekatları, canlı bomba saldırıları, hendekler, şehir ablukaları, keyfi başbakan değişiklikleri, 15 Temmuz , OHAL, KHK, Fırat Kalkanı, Azez, İdlib süreçleri ve belki yakın zamanda başlayacak bir Afrin-Kobani süreci ile tansiyonun daha da yükseleceği düşünülebilir.


Fransız Devrimi'nde imparatorluk ve Tiranlara karşı bir başkaldırının sembolü haline gelen ve Osmanlı'dan Türkiye'ye dönüşüme de ilham veren Milliyetçilik ve Ulus Devlet kavramları, aynı ihtişamını yaşadığımızın gün itibariyle koruyamıyor. Popülaritesi ve toplumsal ihtiyaçları giderebilme kapasitesi düşen ve sadece Türkiye'de değil Dünya'da da esnetip-genişletilip kapsayıcı bir hale dönüştürülmesi gerektiği tartışması hararetle sürdürülen Ulus-Devlet kavramı, Türkiye'de de yeni alternatif palyatif ya da kapsayıcı çözümler arıyor. Bu yeni çözüm arayışının içinde zaman zaman 'açılım süreci' gibi fazlasıyla barışçıl-esnek(Güvercin), zaman zaman da yaşıyor olduğumuz OHAL-çatışma süreci gibi çözümsüzlüğün dayatıldığı(Şahin) dönemleri birlikte yaşıyoruz. Yine tam da bu noktada devlet için dostlarla düşmanların, müttefiklerle karşıtların çok kısa periyotlar içerisinde, mesnetsizce, diplomatik teamüllerin kapsamının da dışında ve sürekli olarak değiştiğini gözlemliyoruz.


Milliyetçi-muhafazakar konsolidasyon bugün Amerika’yı, yarın yeniden Rusya’yı, önümüzdeki hafta tekrar Almanya’yı düşman ilan edebilir. Ontolojisi, varoluş nedeni ‘kurtuluş ve dış mihraklardan kurtulma’ fikri üzerine kurulu olan bir mekanizmanın, savaşsız geçen yaklaşık yüzyıllık cumhuriyet dönemi sonrasında bile dünyanın tek derdinin Anadolu topraklarını ve Türkiye Cumhuriyeti'ni parçalamak olmadığını idrak etmesi mümkün olmadı (Cumhuriyet döneminde Kore Savaşı ve Kıbrıs Harekatını saymazsak somut simetrik askeri güçlerle klasik savaş terminolojisi içinde karşılıklı olarak savaşılmış net bir dış güç bulamayız. Bunun haricinde savaşın eşiğinden dönülen Kardak Krizi hatırlanabilir. Bunun dışındakiler(Yugoslavya Hava Harekatı, Afganistan ve Lübnan Askeri Operasyonları) NATO gücüyle birlikte gerçekleştirilen dolaylı katılımlardır.) Düşman yaratmada mahir ve savaş fonksiyonunu yitirdiğinde var olması mümkün olamayacak bir ideolojinin, somut bir düşman bulmakta zorlandığı dönemlerde, salt ideolojisinin devamlılığı açısından olsa bile, kendi asli unsurları, vatandaşları veya azınlıklarını dahi düşman ilan edilebileceğine de yaşanan bunca tecrübeden sonra tanığız. Güncel hayatımızdaki haberler-örnekler ve her geçen gün ülke ortalamasından farklı bir yaşam sürmek isteyen her türlü kültürel çeşitliğin üzerinde artan baskı da bunun göstergesi. Günümüzün kanıksanmış devlet ideolojisinin, Türkiye’de doğmuş, Türkiye’de vergisini ödemekte olan, Türkiye'de yatırımlar yapmış, Türkiye'ye yasal olarak vatandaşlık bağıyla bağlı ve bu ülkenin resmi vatandaşı olarak tanımlanması şüphe götürmeyecek milyonlarca insanı, sırf kendi dayattığı vasat kriterlere ve yaşam felsefesine uyum sağlamıyor diye düşmanlaştırdığı, dış mihrak ilan ettiği, elitistlikle-‘gavurlukla’-hainlikle suçladığına tanık oluyoruz. Bu düşmanlaştırma sistematiğinin altında da kendi vasatlığını, çarpık ideolojisini, çökmeye mahkum ve yerel ölçekte kısılıp kalmış demode felsefesini, her türlü devlet gücüne rağmen hala tam olarak ülkenin büyük bir bölümüne benimsetememiş olmanın verdiği hayal kırıklığı yatıyor. Özetle bu ideoloji savaşacak bir düşman bulamadığında oklarını kendi vatandaşlarına yani bu ülkenin asli unsurlarına da acımasızca saplayabiliyor. İronik olarak Anadolu’nun yüzlerce yıllık kadim birliğini ‘bölünme’ ihtimali ve paranoyası üzerinden bizzat bu hastalıklı ideoloji bozuyor/bölüyor.


Anadolu topraklarındaki milliyetçi-muhafazakar konsolidasyon, Osmanlı yenileşme döneminden cumhuriyete, bölgedeki istikrarsızlığın ve Anadolu’nun antik dönemlerden gelen kozmopolitik mozaiğinin bozulmasının en büyük sorumlularından biridir. Genel kapsamıyla Batı olarak adlandırabileceğimiz ve aslında bu milliyetçi-muhafazakar paranoyanın hayat bulmasında katkısı yadsınamaz bloğun da tertemiz ve Anadolu toprağına karşı son derece barışçı olduğunu söyleyemeyiz. İronik olarak Milliyetçi muhafazakar konsolidasyonun son derece demode ideolojisini dünyanın geldiği şu günde dahi pazarlayabilmesinin bir nedeni de Batı’nın zaman zaman ortaya çıkardığı ikiyüzlü, çarpık ve Ortadoğu'ya karşı düşmanca politikalarının olduğu söylenebilir. Bir diğer yandan bunun adı politikadır, 'çok yüzlülüktür', diplomasidir. Dünya devletleri diplomatik ilişkileri kurulduğu günden bu yana idealden oldukça uzaktır. Eğer bu politik çarpıklıklar binlerce insanın işsiz, evsiz veya sakat kalmasına neden olmuyorsa halklar tarafından bir şekilde tolere edilebilir. Eğer yaşadığımız günlerde tanık olduğumuz üzere ‘milliyetçi-muhafazakar’ hezeyanlar kişisel hayatımızı, işimizi, seyahat özgürlüğümüzü, güvenliğimizi, farklı etnik-dinsel gruplarla ilişkilerimizi etkileyecek maksimalist bir politik dayatma düzeyine ulaşıyorsa, ona karşı direniş-tepki göstermek de en doğal hak halini alır.


Tabiatın kurallarına, zamanın ruhuna, insanların 21. yüzyılda ulaştıkları algı düzeyine aykırı bu etnik ve dinsel temelli yerel ideolojiler, yaşadığımız toprağın ve coğrafyanın kanseridir. Bu kanser Anadolu’nun kadim kültürel birikimini harcamakta, huzurunu yok etmekte, Anadolu'nun az sayıdaki sağlıklı hücrelerini de öldürmektedir. Şu şartlarda, sürekli artan güvenlikçi ve tehditkar militarist baskıyı da hesaba katıp, bireysel direnişimizi farklı mecralarda ve kendimizi 'boş yere feda etmeyecek' düzeyde sürdürmek bir opsiyon olabilir. Bireysel fikirlerimizden, inanç ya da inançsızlıklarımızdan, keyiflerimizden ne olursa olsun taviz vermemek bu ideoloji ve sahiplerinin sinirini bozmaya, dengelerini kaçırmaya yetiyor.


Bahsettiğimiz çarpık ideoloji, 80 milyonluk kozmopolit, demokrasinin tadını almış, dinamik bir kitleyi ; kendi algısı, etnik takıntısı, monolitik düşüncesi, çocukluk-ergenlik travması ve/veya tek bir din-mezhep-fıkıh düzlemine indirgediği anlayışıyla kısır bir cenderenin içine hapsetmeye çalışıyor. Bu tarz denemelerin ne gibi sonuçlar ve felaketler doğurduğuna tarih arşivlerinden ulaşabiliyoruz. Çavuşesku’nun, Hitler’in, Mussolini’nin, Salazar’ın, Pinochet’in, Zedung’un denemeleri milyonların hayatlarına mal oldu. Neyse ki dünya ve insanlığın ulaştığı güncel algı, bu tarz delilikleri benimsemeyecek ve dünyanı bu tarz distopyaların karşısında anında örgütleyecek iletişim ve refah düzeyine ulaşmış durumda.


Tüm gezegeni ve kozmosu kendi ''köyünden'' ibaret sanan bir vizyonun politik uzantılarının sürekli yanılıyor , kandırılıyor ve makas değiştirip yeni bir dayanak/güç arıyor oluşuna şaşırmamalıyız. Bu aslında ciddi bir güçsüzlük ve yoksunluk belirtisi. Onlarca yıl sonra tekrar birbirine perçinlenen milliyetçi-muhafazakar konsolidasyonun, tehlike anında camı kırıp aslında elindeki son ve büyük kozu da harcadığını söyleyebiliriz.


Kozmopolit yapısı, kültürel çeşitliliği ve diplomatik kabiliyeti en büyük kozu olan bir ülkeyi ; monolitik-kısır ideolojilerine indirgemeyi ve tüm halkı kendi ideolojileri çerçevesinde dönüştürmeyi mümkün sanıp, imkansızı deneyen onlar.


Yanılanlar da yine onlar olacak...

Yorumlar


bottom of page